Mevlânâ Ali b. Hüseyin es-Safî’nin Nakşibendî büyüklerinin ve Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin biyografisine dair kaleme aldığı eseridir. Bu enfes eser (Reşehât)’in tam adı ‘Reşehât-ı ‘Aynü’l-Hayât’ olup, -Hayat Kaynağından Damlalar, Hayat Kaynağından Katreler, Hayat Pınarından Can Damlalar, Hayat Pınarından Serpintiler- manasındadır. Aslı Fars’ça olan bu eser, büyüklerin (Allah dostlarının) hayat hikayelerini, menkıbelerini, onların hal ve makamlarını güzel bir şekilde anlatmakta ve ehli olan kimselerin istifade etmelerine yardımcı olmaktadır.
Fahreddin Ali Safî (Rahimehüllâh), 21 Cemâziyelevvel 867 (11 Şubat 1463)’te İran’ın Horasan bölgesinde eski ismi -Beyhak- olan Sebzevâr’da doğmuştur. Fahreddin ve Sâfî isimleri ile meşhurdur. Genliğini burada geçirmiş ve İlk eğitimini Babası Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’den ve yanı sıra Abdurrahman-ı Câmî ve Abdülgafûr-i Lârî’den almıştır.
Mevlânâ Hüseyin Vâiz-i Kâşifî (Rahimehüllâh), meşhur müfessir, Mutasavvıf ve şairlerdendir. İran’ın Horasan bölgesindeki Sebzevâr’da doğmuştur. Gençlik yıllarını Sebzevâr’da geçirmiş ve ilk eğitimini burada tamamlamıştır. Daha sonraları Nişâbur ve Meşhed’de yaşamıştır. Çok tesir edici ve kuvvetli vaazlarıyla tanındığı için “Vâiz” lakabını almıştır. Aynı şekilde şiirlerinde ilmî (güç) müşkülleri çözdüğü için “Kâşifî” mahlası da ona verilmiştir. Hüseyin Vâiz-i Kâşifî (Rahimehüllâh), dirayet sahibi âlim bir zat olup çok latif bir kişiliğe sahipti. Ha keza edip, şair, sûfî, hatip, yazar, fakih, tefsirci, muhaddis ve astrologdu. Sihir, astroloji, esrar ve hurûf gibi birçok ilme vâkıftı. Aynı şekilde güzel, tesirli ve Dâvûdî bir sese sahip olup vaazları sırasında âyet ve hadislerdeki incelikleri güzel bir şekilde insanlara anlatırdı. Gittiği yerlerde ilmî şahsiyeti ve vaazlarıyla kendisini halka kabul ettirmiş ve yanı sıra Dâvûdî bir sese sahip olmasıyla vaaz meclislerinde büyük izdihamlar oluşurdu. Vâiz-i Kâşifî (Rahimehüllâh), dönemin ünlü Nakşibendî şeyhi Sa‘deddîn-i Kâşgarî’nin Herat’ta öldüğü haberi üzerine onu rüyasında görmüş ve ziyaret etmek için Herat’a gitmiştir. Burada Sa‘deddîn-i Kâşgarî’nin ünlü müridi Abdurrahman-ı Câmî ile tanışmış ve onun vasıtasıyla Nakşibendî tarikatına intisap etmiştir. O dönem Herat şehri, Timur’un torunlarından Hüseyin Baykara’nın yönetimi altındaydı. Vâiz-i Kâşifî (Rahimehüllâh) kısa zamanda ilmî şahsiyeti ve vaazlarıyla meşhur olmuş bir süre sonra Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevâî’nin himayesine girmiştir. Onların teşvikiyle çeşitli kitaplar telif etmiştir. Herat’ta 20 sene kalmış vâizlik görevi yapmıştır. Molla Câmî’nin ölümünden sonra doğduğu yer olan Sebzevâr’a dönmüş ve 910 yılında burada vefat etmiştir. Türbesi Sebzevâr’ın güneybatısında, Dervâze-i Nîşâbur’dadır. Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin ailesi hakkında çok bilgi bulunmamakla beraber Nakşibendî büyüklerinin hayat menkıbelerini anlatan Reşehât ‘Aynü’l-Hayât’ adlı eserin müellifi Fahreddin Ali Safî’nin oğullarından biri olduğu bilinmektedir. Hatta babasının vefatından sonra Fahreddin Ali Safî (Rahimehüllâh), vaaz vermeye ve insanları irşâd etmeye başlamıştır. Vâiz-i Kâşifî (Rahimehüllâh) halkın çoğunluğu Şiî olan Sebzevâr’da Sünnîlik’le, Herat’ta yaşadığı dönemde ise Şiîlik’le itham edilmiştir. Hüseyin Vâiz-i Kâşifî; tefsir, tasavvuf, edebiyat vb. birçok alanda kırktan fazla eser kaleme almıştır. Telif ettiği başlıca eserleri şunlardır:
İnsanlar katında “Reşehât” eserinin müellifi olarak meşhur olan Ali b. Hüseyin es-Safî (Rahimehüllâh), küçük yaşlardayken babası başta olmak üzere devrinin büyük âlimlerinden güzel bir eğitim almıştır. Aynı şekilde küçük yaşlarda tasavvufa çokça ilgi duymuştur. İlk olarak 889 yılında Nakşibendî büyüklerinden Hâce Ubeydullâh Ahrâr (Kaddesallâhü Sirrahü)’nun sohbet halkasına katılmak için Herat’tan Semerkand’a gitmiş ve orada dört ay kadar kalmıştır. İkinci olarak 4 yıldan sonra tekrar Hazreti Hâce’yi ziyaret etmiş bu sefer sekiz ay kadar yanında bulunmuş sonrasında Herat’a dönmüştür. Fahreddin Ali Safî (Rahimehüllâh), 904 yılında Nakşibendî şeyhi Sa‘deddîn-i Kâşgarî’nin oğlu Muhammed Ekber’in (Hâce Kelân) kızı ile evlenmiş ve böylelikle Abdurrahman-ı Câmî ile bacanak olmuştur. Safî (Rahimehüllâh), müntesibi olduğu Ubeydullah Ahrâr (Kaddesallâhü Sirrahü)’nün sohbetlerinde dinlediklerini derleyip ve bazı ilâveler yaparak 909 yılında “Reşehât ‘Aynü’l-Hayât” adlı güzide eserini kaleme almıştır. Ayrıca ertesi yıl babasının vefatı üzerine Herat’ta onun yerine vâizliğe başlamış, uzun yıllar vaazla, irşadla ve kitap telifiyle meşgul olmuştur. Devlet adamı ve şair olan Ali Şîr Nevâî’nin belirtiğine göre Fahreddin Sâfî (Rahimehüllâh), Hâce Ubeydullâh Ahrâr (Kaddesallâhü Sirrahu)’dan icazet almıştır. Ancak daha çok vaizlik ile meşgul olduğundan geniş bir müritlik halkası kurmamıştır. Fahreddin Sâfî (Rahimehüllâh) yaşamış olduğu dönem içerisinde Herat’ın Sünnî olan -Özbek Şeybânîler- ile Şiî olan -Safevîler- arasında birçok defa yönetimin el değiştirdiği, siyasî baskılara hedef olmak istemeyen birçok âlimin -Sünnîlik- ve -Şiîlik- konusunda konuşmaktan kaçındığı bir zamanda, bölgede Sünnîlik’le özdeş görülen Hâcegân ve Nakşibendî büyüklerinin menkıbelerini, hayat hikayelerini vaaz ettiği kürsülerden halka anlatmaya devam ettiği nakledilmiştir.
Fahreddin Ali Safî (Rahimehüllâh) esere başlarken, yazma öncesi hâllerini ve telif sebebini şöyle ifade etmektedir: “İlâhî lütufların ve sonsuz ikramların bereketiyle (hicrî) 889 yılı zilkade ayının sonlarında velâyet ve hidâyet sahibi, büyüklerin kutbu ve muvahhid erenlerin gavsı Hâce Nâsıru’l-Hak ve’d-Dünyâ ve’d-Dîn (hakkın, dünyanın ve dinin yardımcısı) Ubeydullah (Kaddesallâhü Sirrahü)’nün yüksek eşiklerini öpmekle şerefyâb oldum. 893 yılında ise rebîulâhir ayının başlarında onun kapısının hizmetçileriyle tanışma şerefine eriştim. O saadet zamanında Hâce (Kaddesallâhü Sirrahü) hazretlerinin yüksek meclislerinde devamlı Silsile-i Nakşibendî büyüklerinin özellikleri, şemâilleri, menkıbeleri ve faziletleri zikredilirdi. Bu hakir de onları dinlerdi. Özellikle o (büyük) Hazretin hayret bırakan dilinden dökülen marifetlerin, hakikatlerin, latifelerin ve inceliklerinin bir kısmını anlama saadetine ve ganimetine nail oldum. O (eşsiz) kıymetli faydalar ve nefis cevherleri öğrendikten sonra hafızamda saklı inci gibi besleyip sohbet bittikten sonra hiçbir değişiklik yapmaksızın bunları kayda geçirirdim. Zira başımdan geçen bazı hadiseler sebebiyle o büyük zatla beraber bulunma nimetinden uzak kaldım. Aklıma geldi ki; o bereketli ve saadetli günlerde, mübarek dudaklarından dökülen hikmetli sözlerini bir araya getirip toplayayım ki bu hicretteki mahzun gönlüme bir dost olsun ve onları mütalaaları ile sevinç bulsun. … Fakat bazı arızalar bu isteğimin gerçekleşmesine uzun bir süre engel oldu. Bu düşünceyle tam 16 yıl geçti. 909 senesinde acele edip bir an önce başlamaya atıldım ve konuları bir araya getirerek tertip etmeye koyuldum.” Müellif (Rahimehüllâh) eserinde bazı bölümleri birbirinden ayırt etmek ve önemli yerlere dikkat çekmek için damla manasında “reşha” kelimesini kullanmıştır. Nitekim eserin ismi de buradan gelmektedir. Kitabın ‘Reşehât’ olarak isimlendirilmesi hakkında şunları söylemektedir: “Bu (hayat veren) damlalar, ilim-irfan erbabının, zevk ve vicdan sahiplerinin kalplerini sulayarak, ihlaslı (sadık) müridlerin ve özel muhibbânın (sevenlerin) gönül bahçelerini tazelediğinden dolayı esere ‘Reşehât-ı ‘Aynü’l-Hayât’ ismi verildi”. Sonrasında ise Fahreddin Ali Safî (Rahimehüllâh), bu ismin taaccübe şayan bir şekilde ebcet hesabıyla eserin bitiş tarihine muvafık (denk) geldiğini bildirmektedir.
Fahreddin Ali es-Safî (Rahimehüllâh), hayatının son dönemlerinde Herat’a Safevîler’in hâkim olduğu bir devirde Abdurrahman-ı Câmî’nin oğlu Ziyâeddin Yûsuf ile birlikte hapse atılmıştı. Bir süre sonra sevenleri tarafından arkadaşıyla birlikte hapisten kaçırtılıp Garcistan’a gönderilmişlerdir. Dostu Ziyâeddin Yûsuf, Herat’ın Evbe kasabasına yerleşirken Safî (Rahimehüllâh) ise Garcistan idarecisi Şah Muhammed Sultan’a sığınmıştır. Burada çok iltifatlar görmüş bunun üzerine Letâ’ifü’t-Tavâ’if adlı eserini Sultan’a ithaf etmiştir. Şiî Safevîler’in, Garcistan’ı ele geçirmesi üzerine tekrar Herat’a dönmeye karar vermiş olan Fahreddin Sâfî (Rahimehüllâh), yolda hastalanmış ve Herat yakınlarında vefat etmiştir.